30 Aralık 2010 Perşembe

Kars Platosu, Coruh Kanyonları, antrapoloji yerel tarih ve çocukluk anıları; ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Celal Şenocak ile söyleşinin ikinci bölümü

Geçen yüzyılın ilk çeyreğinde başlayan ve ikinci çeyrek dolmadan hızla atak yapan Batı'ya dönük nüfus hareketleri boş kalan köyler ve farklı insan dalgaları ile Kars Platosu insan haritasına bir damga vuruyor, demiştik.

Bugün bir söyleşi var. Bu söyleşide ne var? Şu var! Daha on, on iki yaşlarında mandolin ve mızıka çalmayı öğrenen Celal Bey, sadece bir dönem yaşadığı öğretmen okulunda keman ve cümbüş çalmayı da kısa sürede öğreniyor. “Müziğe karşı ailece kabiliyetimiz var bizim. Hepsi bilir, hepsi okur.. Cemal abimin çok güzel sesi vardı, babamın da öyle..” diyor.

Bardız’dan Sarıkamış’a taşınma sürecini Cihat Bey (1941) söyleşisinde izlemiştik. Bunun ederi-tutarı nedir bunu bugünkü söyleşiden öğreniyoruz. Bu konuda yeni yazılar: http://tekinsonmez.blogspot.com ve http://aktifetkin.blogspot.com adreslerinde.

Bu anlatıda başka neler var? Ailenin ticaret ortamında kulvar değiştirme süreci de var! Bakın orada neler oluyor!

Değerli İzleyici,

Baba, dede mesleği arıcılık, balcılık, baba dede ocağından başka yere taşınıyor. Alım satım işinde Sarıkamış’ta yedi yıl (60’lı yıllar) başarılı olan Celal Bey, perakende ticareti amca Maksut Bey'e bırakıyor ve tüm yaşamını kapsayacak olan bal üretimine dönüyor. Bugün de bunu sürdürdüğünü öğreniyoruz. En önemlisi de Kars Platosu’nu, ata toprakları Soğanlı Yaylaları’nı, Coruh Kanyonları’nı terk ederek Batı’ya Kayseri’ye geçişin tarihini öğreniyoruz.

Bugün mektup da değil, farklı bir tür var. Söyleşi! 1941 ile başlayan ve 60’lı yılların sonlarına sarkan özet bir öykü. Bugün teorik açıklamalar yok! Evet! Fakat! Değişmez bir gerçek var! Tarih bilinci olmayan toplumlarda yazı/yazın, kitap ve okuma bilinci de olmaz. Şimdi söyleşiyi izleyelim. Soyaile onur büyüklerinden (1928) Sayın Celal Şenocak 1940-1960 yıllarını buraya getirecek...

Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm, 30 Aralık 2010Sevgili Celal Abi, geriye dönüşler olacak, Kars Cilavuz Köy Enstitüsü.. Beş sınıflı bir okul var mıydı Bardız'da, yoksa ilkokulu Sarıkamış’ta mı okudunuz?

İlkokulu Bardız’da bitirdim. Tabii beş sınıflı bir okul. 41’de galiba, Cilavuz’a gittim. Biraderle beraber gittim. Şöyle, o Sarıkamış’ta ortaokula gidiyordu, ben ilkokulu bitirdim. Cemal abim geldi, dedi ki, baba, bu çocukları niye vermiyorsun (Cilavuz’a) öğretmen olsunlar, filan... Babamı ikna etti. Kabul etti babam da, 41’di galiba, o ortaokul birden gitti, ikinci sınıftan öğretmen okuluna başladı, ben birden başladım. Öyle okuduk, ondan sonra geldik izine.
Celal Abi orada ne yaptınız, biraz onu anlatır mısınız? Cilavuz Köy Enstitüsü’nde nasıl bir hayat geçti, ilk yıl.. Evden ayrıldığınız için çok üzüldünüz mü?

Yook, yok, Tekinciğim, üzülme filan yok orda, hatta dördüncü beşinci sınıf öğretmenleri, abiler vardı Bardız’dan, biz gittiğimizde daha ilk mezunu vermemişti.

Bir fotoğrafınız var, bir herg zamanı gibi.. Bir boyunduruk, öküzler.. birisi boyunduruğa binmiş işte hodaklık yapıyor. Siz orda yanda duruyorsunuz. Herg zamanı haa.. Hodaklık o işte.. Evet! Onu, o fotoğrafı anlatın bize. Ne oluyor orada? Üretim değil mi Celal Abi?

Şimdi orda tarlalar var okulun.. orda o işleri de görüyorlar.. üretim de oluyor, kışın okuyoruz, yazın oralarda çalışıyorlar. İzin hariç. Bir ay mı ne izne geliyoruz.

Bardız’dan, yakın olan kimse var mı bu fotoğrafta?

Şu galiba Hüseyin’le, Hasan var ya onun küçüğü. Bu benim! O Hüseyin. Dört tane, biraderin, bir de Hasan’ın, dördümüzün resmi.

Nasıl oldu.. piyango çekilir gibi, niye siz okuldan alındınız?
Babam (iş bölümü) yaptı.. onu zayıf gördü, dedim ya, Kiram abiye, oğlum sen çalışamazsın bu adamlarla, dedi.. anladın mı.. O kalmak istedi ama.

Sağlık bakımından mı ona tarım yapamazsın mı dedi?

Tabii tabii. Ben daha sağlıklıydım ona göre, dedi ki, sen çalışamazsın onlarla. Celal kalacak, sen gideceksin’ dedi.

Karar verdi! Size fikrinizi sormadı mı?

Sormadı! Zaten Remzi Bey (Çakır) vardı, Eğitim Şefi, biliyorsun akraba olur o bize, Remzi Bey'e mektup yazıyor ki Celal’in kaydını sil. O da kaydımızı silmiş, böylece biz ertesi sene artık gidemedik.

1946'da askerlik geldi. Celal Abi, sonra o araziler, bıraktınız mı?
Tekinciğim, babam o 50 dönüm araziyle evler.. afedersiniz ahır mahır, davar da vardı, hem sığır hem davar, büyükbaş, küçükbaş.. oraların tamamını 10 bin liraya sattı. O evleri ve 50 dönüm araziyi, çayır, tarla.. öyle tarla var ki, 15 bin metrekare. 15 dönüm...

Siz okuldan döndüğünüzde bir de müzik aletiniz vardı...
Mandolin çalıyordum. Mandolin, mızıka da çalıyordum, gitmeden evvel.. keman, cümbüş, onları orda öğrendim.. bir sene zarfında 15 günde mandolin çalmayı öğrendim.

Sanata karşı..kabiliyetiniz varmış sizin Celal Abi.
Tekinciğim, müziğe karşı ailece kabiliyetimiz var bizim. Hepsi bilir, hepsi okur ve bilir. Cemal abimin çok güzel sesi vardı, babamın da öyle. Çok güzel... Gençliğimizde.. o kadar zor ki gençlik hikayeleri çok uzun. Ben hatırlıyorum da yani böyle unutamadığım önemli şeyler işte o iki tanesi, anlattım sana. Bir de Bardız’da yıkanırken çayda...

Odun çekme öyküsü müthiş! Çimmek mi dedin Celal Abi?

Çimmek! Evet! Kemal ağbim, Kirem abi de var galiba, biz giderdik, bizi tutar suya sokardı.

Elbiseyle mi, hangisi?
Elbiseyle, elbisesiz. Kemal abi...Suya sokardı? Ben korkuyorum sudan. Boğulma! O günden.. şeyinden sonra korkuyorum sudan. O da tutar bizi suya sokardı yahu, halbuki ben.. ben sudan rahatsız olduğum için.. o da alıştırmak istiyor. Haa, alıştırmak istiyor ama, ee ben yüzme bilmiyorum ki. Yüzme sonradan öğrendik tabii, o Bardız çayı büyük biliyorsun. İşte devamlı yazın çayda yıkanırdık, onlar da.. onlar gençti, biz çocuktuk...

1954, Bardız 29 Ekim anısı üstteki fotoğraf. Sizin, Cihat Bey ile Sarıkamış'a taşınma yılınız. Sonra ne oldu aileye.. birdenbire Kayseri’ye geldiniz siz. Kaç yıl oldu.. nasıl oldu?

Kayseri’ye ben şöyle geldim, Bardız’dan Ankara'ya gitmeyi düşünüyordum… tabii arılarla beraber.. ben Sarıkamış'ta bir yedi sekiz sene kaldım.. dükkanımız vardı bizim, hatırlar mısın? Dört yol ağzında çok güzel bir dükkan, üstü otel. Orda dükkancılık.. bir bakkaliyemiz vardı, yedi sekiz sene bakkaliyelik yaptık, çok güzeldi.

Belki sekiz on sene ticaret. Evlisiniz, çocuklar var mı?

O zaman evliydim evet! Çocuklardan birkaç tanesi orada doğdu.. Evet epeyce bir bakkaliye yaptım, bayağı da çok, çok güzel bir iş yaptım, epeyce sermaye de edindim. Tabii bir defa otel! Otel bakkaliyenin üstünde, o kirada.. altta dükkanlar var iki tane. Amcam dedi ki biraz da ben yapacağım.. ticaret.. baktı ki faydalı oluyor ya, ee amcam.. amcam Şenkaya’da.. Dedi ki biraz da ben yapacağım dedi... biraz da bana çalışsın dedi.. dükkan müşterek babamla, otel şu bu.. peki dedim sana devredeyim, tamam dedi. O zaman arıları var amcamın, 120 tane miydi, pardon 90 mıydı neydi?

Evet! Şenkaya’da.. öyle bir kuraklık oldu ki, üç ay yağmur yağmadı hiç, hayvanlar hiç bal bulamamışlar... Hiç.. 90 taneden 21 tane arı kovanı kalmış.. gerisi ölmüş.. ölmüşler. Amcama dedim ki, o kalan arıları, arıları bana ver dedim. Kalan arıları bana ver, dükkanı sana vereyim. Ha.. o bana sattı arıları, ben dükkanı ona devrettim. Gittim orda, onun bir yerleri var, bir küçük.. bir tarla var, tarla gibi.. orada bir de, gene bir gözlü yerler var, orayı da onardım, amcamın orda..

Hanımı da götürdünüz mü çocukları?
Tabii hanımı çocukları da götürdüm, çocukların üç dört tanesi de vardı o zaman...


İlk arıcılık böyle başlıyor, sizin şahsi hayatınızda.
Öyle oldu, ben işte dükkandayken yine arılarımız vardı. Evet, Hamas köyünde, Yeniköy’de de vardı.

O yılı hatırlıyor musunuz? Siz amcanızın arılarını aldınız ve Şenkaya’ya gittiniz. Kaç senesiydi?
Valla işte o tarihler pek hatırımda yok.

İbrahim Bey yok o zaman daha değil mi?
Şenkaya’da oldu İbrahim.

O zaman Şenkaya’da olduysa onun yılıdır, 1967.
Siz demek ki 1966’da gittiniz Şenkaya’ya.

66’da gittik, yoo orda birkaç sene kaldık.
65 diyelim. Dayımdan, amcanızdan 65’te arıları aldınız.

Evet! Orda arıları.. yirmi tane petek kalmıştı aşağı yukarı.. yirmi bir tane peteği, kovanı vardı aldım. O sene bir ton bal aldım o yirmi bir kovandan. Öyle bir mevsim oldu ki, bakın! İşe bakın! Amcamın doksan kovanından yirmi biri kaldı, ben o yirmi bir tane arıdan bir ton bal aldım. 100 kilo bir kovandan, 21 arıdan bir ton bal aldık… Sattık tabii ve arılar da kırka çıktı. Oğul verdiler, orda üç dört sene kaldım, ondan sonra da Ankara’ya gitmeyi düşündük.

Tabii arılarla beraber.. Keçiören’de mi arıcılık yapacaksınız?
Keçiören değil.. yook şimdi Ankara değil, Ankara’ya gitmeyi düşünüyordum da, fakat abim dedi ki, Kiram abim, orda müfettiş, Bünyan’da.. Kayseri’de müfettiş, ilköğretim müfettişi. Dedi ki Celal, buraya gel bura çok güzel dedi.

Celal Abi geldiğiniz yer Bünyan, yıl 1970 diyelim mi?
Bünyan'a 67’de geldik.. galiba tarihleri unutuyorum! Evet! 1967’de geldik İbrahim kucakta ve arıları çok güzel taşıdık. Bünyan'da o yıl bir güzel ürün aldık.
(Kayseri, 23 temmuz 2008)
Renkli fotoğraflar: Feryal Özkale Sönmez

27 Aralık 2010 Pazartesi

Kars Platosu, Coruh Kanyonları, antropoloji yerel tarih, töre, gelenek, anı, mektup, bir portre; Soyaile Onur Büyüğü Sayın Belkıs (Şenocak) Göktaş...

İlkin bir fotoğraf. Dolu dolu gülümseyen bir anne var köşede. Bu fotoğrafa bakarak bu anneyi ne ölçüde tanıyabiliriz? Poz verme vakti bulamadan objektife yakalanmış izlenimi veriyor anne. Fazladan yorum istemez oradan bakan gülüşü ile mutlu görünüyor. Her anne gibi diyebilirsiniz. Bu fotoğraf ve bu tanıtım yeter mi? Yetmez! Farklı bir açı; 'Sarıkamış1936' adlı blogda logo olan bir fotoğraf var.
Tarihsel perspektif içinde bu fotoğrafı önemli buluyoruz.

Dört erkek kardeşin en büyükleri, o fotoğrafta bulunmayan 1922 doğumlu olan abla nerede? Nerede olacak! İşte bugün, doğumundan yaklaşık doksan yıl sonra burada karşımızda duruyor. Tarihsel perspektif içinde bu anne önemli. Ailenin ilk çocuğu. Söz konusu fotoğrafta o gün bulunmayışı bir talihsizlik sayılmalı. Ne yapabiliriz?

Üst solda 'Sarıkamış1936' adlı fotoğrafta bulunsa, onu o gün on dört yaşındaki haliyle görecektik. Ellili yılların sonlarına göre, bu fotoğrafta üç çocuklu bir anne olarak onu, otuz beş yaş üstünde tahmin edebiliriz.

Değerli İzleyici,

Kars Platosu kültür bağlantılarıyla nüfus hareketleri.. toplumsal algı ve Batı’ya göç sürecinde bir toplumun olmazsa olmazları.. töreler ve kuşaklar arası toplumsal değerlerle oluşan moral bağlar.. ve günübirlik refleksle bunların mektuplara yansıması, etik ölçekler...

Elimizde iki mektup var. Mektuplar bir anneden, (fotoğrafın sol köşesinde dört-beş yaşlarında olan) oğul’a 1987’de yazılmış. Heyecan verici değil mi? Tüm zamanlarda insanlık için çok boyutlu ve duygulandırıcı bir konu.

Etik, estetik ve moral değerler; yaşam ölçekleri. Bunlar her aile için tıpkısı uymasa, tıpkısı söz konusu olmasa bile, genel açıdan toplumsal refleksleri açıklamaktadır.Anne-oğul.. bu konuda D.H. Lawrence, 1913'de yazdığı ‘Sons and Lovers’ ile ün yaptı.(*) Bugün yine her kitapçıda yer açar kendisine ve hemen her evde vardır.

Soyaile onur büyüklerinden bir portre; Belkıs (Şenocak) Göktaş’ın kalemiyle yazılmış tümceler... Bu insanı biraz yakından tanımak için elimizde iki tane mektup var.

Elyazısındaki titreşimlere bakın! Sayfanın işlenişi de dikkat istiyor.

Yirmi beş, otuz yıl var fotoğraf ve mektuplar arasında. Her ne olursa olsun, ‘Sevgili yavrucuğum,’ ünlemiyle bir annenin oğluna yazdığı mektuplar kısacası.

‘Sevgili yavrucuğum; saat dörde geliyor. Baban geldi yemeğini yedi gitti, ablan hala gelmedi ben de işleri bitirip yarı kalan mektubuma devam ediyorum fakat öylesine başım ağrıyor ki yatamadım ağrısından, dedim bari mektubu tamamlayayım.'

İşlek bir dil var mektuplarda. ‘Kusura bakma nokta virgüle bakmadan yazıyorum bir mani çıkar da kalır diye. Bu anda saat 12:29 geçiyor baban 10 kilo şeker almış geldi zam gelecekmiş,’ gibi, günceli de izleyen doğaçlama sözcükler...

Yüreği pır pır.. ‘Güzel kızların sakın iltifatlarına aldanma yavrum. Hemen Vildan’ı düşün (Seni deli gibi seven) ona göre hareket et olmaz mı yavrum,’ diye gurbete, yabancı bir ülkeye giden oğula yazılan mektuplar, hem karşı toplumdaki ayrıklığı hem de kendi toplumundaki ‘modern muhafazakar’ içselliği yansıtacak güçtedir.

‘..çok dikkat et domuz eti yedirirler onlara normal gelir. Sen demedin mi ben domuz eti yemem diye. /../Kilo mu aldın zayıfladın mı? Sakın kilo alma dikkat et. Elbiselerini giyemezsin. Nikahta güzel olmaz.’ ve ‘Lokman hekimin oğluna bir nasihatini yazmadan geçemeyeceğim. Canım yavrum; eline, beline, diline sahip ol.’(6.10.1987, Ankara)

Yukarıda ne dedim! Etik, estetik, moral değerler; yaşam ölçekleri. Toplumsal algı ve Batı’ya göç sürecinde bir toplumun olmazsa olmazları.. töreler ve kuşaklar arası toplumsal değerlerle oluşan moral bağlar ve günübirlik refleksle bunların mektuplara yansıması, şöyle ki, bunlar 'Sarıkamış1936' logosu altında yaklaştığım aile konusuna belgeci bir pencere açıyor, rasyonel bir zemin oluşturuyor.

Sürecek... (Sayın Raci Göktaş ile annesi hakkında söyleşi)

Sevgi, içtenlik...
Tekin SonMez, Stockholm

(*) ‘Sons and Lovers’Anneler ve oğullar arasındaki gizemli bağı açıklayacak belki de insana en yakın romandır.

Bir yazar, okuamadan nasıl yazar olur? İşte bu tür veriler hem yılları, hem de o yazarı arkaplanda ayakta tutar.

1959 son günler, bu romanı bu satırların yazarı Sarıkamış’ta almış, ilk sayfaya ‘Sarıkamış, 31.12.1959 tarini yazıp imzalamış ve okuduğunu belli eden tarihi de son sayfasına 15.1.1960 yazarak imzasını kondurmuş.

İşte bir belge! Vasıf Ülkü Neşriyatı, Vahdet Gültekin yönetimi ile bu kitap Güven Yayınevi şahaser romanlar dizisinde aynı yıl basılmış ve Sarıkamış’a gelmiş. İlk elime geçen kitap bu değil. Hugo'nun 'Hakikat' adlı romanını (Erzurum 1953-54) okumadan önce Sarıkamış'ta başlayan(1949)bir süreç.

İlginç olan şudur; bu roman burada, Stockholm onun yuvasıdır; 1983’te gelirken yanıma aldığım ve bu nedenle de Köyceğiz’de yaptığım bağevinde yanan on bin kadar kitaptan kurtulan birkaç düzine kitaptan birisidir. TS.

28 Kasım 2010 Pazar

Kars Platosu, Coruh Kanyonları, antropoloji yerel tarih ve çocukluk anıları; ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Cihat Şenocak ile söyleşi; Yirminci yazı

Bir efsane ortaya çıkarken ya da o söylence yaratılırken, bu öykünün kahramanları birer birer ortaya çıkar.

Nüfus hareketleri sarmalında bugünkü söyleşi de bize bu efsanenin ipuçların verecek.

Bugün 1 Kasım 2010. Hava güzel! Çok güzel hem de, güneş tepemizde, gökte tek bulut yok. Cihat Bey’in bağ evindeyiz. ‘Soyaile’ onur büyüğü Cemalettin Şenocak da uzun yıllar burada, (Ankara Kayaş) yaşadı.

Bu satırların yazarı olan ben, geçmişle gelecek arasında yaşarken çok güzel duygularla Cihat Bey’i tekrar karşımda buluyorum. Bu ilk tümceleri burada, Ankara Kayaş’ta yazıyorum. Dün Cihat Bey ile, ‘Soyaile’ özel toplantısında yine birlikte olduk. Özel, saygın bir katılımla Raci Bey'in düzenlediği anlamlı buluşmada, tüm sözler yiten zamanda hedefini buldu Ankara’dan ayrılmadan önce.

‘Soyaile’ konusunu ve konumunu daha önceleri de verdiğim haberlerde, söyleşilerde betimleme gayreti gösterdim. Pek çok gerçekliği ile yiten ve yok olan bir çağdayız. Şenocak ailesi çevresine uzanan üçüncü kuşak, Raci Bey'in özenli çabalarıyla her ay bir kez buluşuyor, sıcak ortamda görüşüyor, yiten ve yok olan bir dünyada, kendilerine uzanan bağlantıları tutmaya özen gösteriyorlar.

Sözlü tarih ile yetinen her toplumda olduğu gibi, bellek; geçmişi de geleceği de, toplumu da yanıltır. ‘Soyaile’ bireyleri, 'Sarıkamış 1936' ile ortaya çıkan anılar, bir anlamda bu toprakların tarihine de ışık tutacak. Bu satırların yazarı olarak, Kars Platosu ile bir pencere açmam, Berlin Kültür Senatosu’nun konuğu olarak ‘Söylence Berlin’ romanımı Berlin’de yazmaya başladığım 1991 yılına rastlar. ‘Kars Platosu Öyküleri’nin ilk varyantları da o günlere gider.

Son iki yıldır süren bu yeni çaba ile Kars Platosu ve bir efsane olan Şenocak ailesine deggin doğudan batıya nüfus hareketleri açısı da genişledi. Cihat Bey, Şenocak ailesi ile göç olgusuna ilişkin anısal öykülerle karşımızda. İşte şimdi söz, burada yazıya dönüşüyor ve Cihat Bey’i izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez, 28 Kasım 2010, StockholmSevgili Cihat, çocukluğun, ‘ilk gözünün açıldığı’, ‘ilk aklının kestiği,’ (böyle derler Türkçede,) hatırladığın bir anı.. anne, baba olur, arkadaş, sokak, köy, doğa olabilir.. bir yerden başlayıp çocukluğunu büyütelim, bugünlere doğru ilerlesin... geriye dönelim, yetmiş yıl önceye gidelim...

Tekin Abi, çocukluğum Bardız’da geçti, orda doğmuşum. Babam '15 Temmuz 1940, ben tarladaydım, geldi haber verdiler, oğlun oldu dediler,’ diye anlatmıştı, sanki hiç çocuğu olmamış gibi. Oysa benimle beraber dokuz kardeş.. ama ölenler, düşenler derken bir rivayete göre on sekiz, bir rivayete göre on dört çocuk filan.. nüfus cüzdanımda 5 Aralık 1941 yazıyor, fakat ben 40, 41, 42 doğumluyum. (Cemal Ağbim de güya bütün çocukları bir sayfaya, beni de 1942 diye yazmış) Ama biraz insaflı davrandığım için sürekli iki doğum günü kutladı çocuklar.

Bir hatıra şöyle, bizim Bardız’dan Sarıkamış’a göçümüz var, ellili yıllar olabilir, ben de, olsun olsun 12 yaşındayım.

Cihatcığım, bu yıl olayına bir çeki düzen verelim! 1940 doğumluysan ellili yıllarda 15 ortalaması olabilir.

Neyse, Tekin Abi, Sarıkamış’taki evi badana boya yapacaklar.. kireç lazım, şimdi, bu taşınma olayından bir önceki olayı anlatıyorum. Bana dediler ki Çermik’e git, Ahmet Çavuş’u bul, Ahmet Çavuş kireç verecek. Bunların kireç ocakları var, Kemal var oğlu. Bir bal kabı vardı, yani derinliği, boyu en az üç metre filan, böyle elips şeklinde. Şimdi o bal tenekesini arabaya iple bağladılar Bardız’dan gittim. Tabii ben çocuk olduğum için bir kilo pamukla bir kilo demirin farkını bilmiyorum. Dolayisiyle (Ahmet Çavuş’un oğlu) Kemal abi dolduruyor ve diyor ki ‘bak Cihat götüremez öküzler.’ Ben diyorum ki ‘benim öküzler neleri götürmez.' Şimdi dibine bir karış koydu, dedi ki ‘bu kadar yeter.’ Ben dedim ki ‘en az yarıya kadar doldur.’ Doldurdu! Şöyle ikindiye yaklaştı. Dediler ki ‘sen kal da yarın sabah git.’ Dedim ‘yok canım, giderim.’ Öküzleri koştular. Çermik, ormanlık yukarı doğru gidiyor, daha tepeye falan çok var, virajlı yollar.. karanlık çöktü.

Cihatcığım, sen Çermik'ten Bardız’a dönmüyor musun?

Hayır! Çermik’ten Soğanlı Dağlarına çıkacağım. Sarıkamış’a götürüyorum. Çermik’ten sonra belki iki km gittim o kadar.. şimdi.. yollar virajlı, karanlık çöktü önümü görmüyorum ay ışığı yok, öküzler çekmiyor. Halbuki o dediği ayarda kalsaydı sorun yoktu, ben işte kirecin her şeyden önce ağır bir şey olduğunu taş olduğunu düşünemedim. Sonra öküzler ne yaptı, öküzler çekemedi. Zaten yolu molu da kaybettik. Ben öküzleri çözdüm, öküzlerin arkasına düştüm, onlar yola aşağı gidiyor, ben de işte onların bazen kuyruğunu tutuyorum.. geri dönüyorum, arabayı bıraktım orda, baktım yarım saat sonra köyün evleri gözüktü, geldik. Kemal abi dedi ki ‘Bak Cihat ben sana söylemiştim. Yani döneceğini de biliyordum, öküzler çekmezdi onu.’ Neyse uzatmayım, gece yattık. Ertesi gün arabayı bıraktığım yere geldik Kemal abiyle, kürek getirdi, o yine iki karış gibi kireç bıraktı dibinde, gerisini yola döktü, attı, kalanı da hafifledi. İşte.. kuşluk vakti filan ben orda, ordan nereden gittim.. Çermik’in yaylasından mı gittim.. o yolları ben nerden bilirim, dere dağ tepe gittim Sarikamış’a.

Sizin, Bardız’dan Sarıkamış’a göç olayı vardı değil mi?

Evet! Sarıkamış’a göçüyoruz. Celal Abim kağnı arabasına eşyaları yüklüyor. Ben bizim yaylanın oradan, Soğanlı Dağlarının oradan Sarıkamış’a götürüyorum. Boşaltıyorlar, tekrar arabayı getiriyorum, bir günlük yol. Tabii ilkbahar olduğu için, dağlar, her taraf yarı yarıya kar. Yani yoldan araba gitmiyor, ben gabandan sözüm ona çıkaracağım. Arabayı tek başına götürüyorum. Karagöz’le Dilber var öküzlerimiz.. Karagöz hiç baş bırakmazdı da Dilber biraz şeydi.. Tam yaylaya çıkmak üzereyken bir karlak var, yol orayı kış yolu tutuyor, tipi mipi dolduruyor, böyle bir yayla yolu var. İşte çocukluk, arabayı ordan çıkaracağım sözüm ona. Tabii öküzler bir süre sonra artık çıkamadı, derken araba geri geri gitti, araba devrildi. Öküzün birisi, Dilber sanıyorum, altında kaldı arabanın.. şimdi ben orda hala ona şaşarım... boynu böyle bir eğri kaldı, nerdeyse kırılacak hayvanın boynu arabanın altında.. ben böyle arabayı tuttuğum gibi kaldırdım.. öküz başını kurtardı, derken tabii masa sandalye kırıldı işte her şey rezalet.. köye gidenlerle Celal abime haber saldım, bir iki saat sonra Celal abim atla çıktı geldi. Neyse.. sağlam kalan eşyaları doldurdu, tekrar yola çıkardı Celal abim, beni tekrar yolcu etti, Sarıkamış’a geç vakitte yani karanlıkta vardım.

Sarıkamış’a hangi yoldan gittin, Dikenli Tabyalar’ın ordan mı, Kızılçubuk Deresi’nden mi?

Yok Kızılçubuk değil! Soğanlı Dağları.. Ordan Eski Sarkamış’tan indim. Şimdi indim şoseye.. askeriyenin vinçleri canavar düdüğünü çalarak geliyor.. derken öküzler ürktü. Öküzler ürkünce dedim ki, kopa basayım da öküzlerin önüne gideyim, öküzleri durdurayım.. kopa basınca, hayvan pislemiş, ayağım kaydı.. tekerleğin önüne düştüm, araba, tekerlek üzerimden geçti.. evet.. gerisini hatırlamıyorum. Sonradan duyduğuma göre insanlar arabanın başına toplanmış, orda bizim.. neydi bizim komşunun adı.. onun da hayvanı kaybolmuş, onu arıyormuş.. efendim, tanıdık bizim komşu, tesadüf yani.. beni çıkarmış orda bekliyorlar ama sahip çıkan yok.

Cihatcığım, askeri araç orada beklemiş mi, gitmiş mi?

Onu da bilemiyorum Tekin Ağbi. Neden sonra ben uyandım ki, benim eve gitmem en erken iki saat. Ben uyandığım zaman, işte.. başımda annem var, babam var. Şimdi bak burası çok ilginç, babam dedi ki 'nasılsın oğlum'? Ben ağlamaya başladım. O ana kadar ağlama filan yok! Şimdi diyeceksin ki, niye ağladın? Babam bana, o yaşa kadar demek ki, on iki yaşıma kadar, daha oğlum dememiş ve halimi hatırımı sormamış. Düşünebiliyor musun!

Cihatcığım, baban sana Oğlum dediği için mi ağlıyorsun?

Evet! Nasılsın oğlum? Benim babam halimi hatırımı soruyor! Yani o beni çok duygulandırdı, ağlamaya başladım. Şöyle, yaram berem umurumda değil, bacak tarafından geçmiş, hastane filan yok, doktor çağırma olayı filan yok, yani ne olacak Cihat ölse ne olacak, geride bilmem.. dokuzun biri gider sekiz tane kalır.

Bir yineleme yapalım! Uyandın! Annen ve baban başında!

Evet! Uyandım, gözlerimi açtım, baktım babam annem.. babam dedi ki 'nasılsın oğlum'? Bak şimdi gene duygulandım! Ben ağlamaya başladım. Evet!

Efsane adam Fettah Bey, baban da ağladı mı o sırada?

Yok! Babam ağlamadı. Artık kaç gün yattıysam iyileştim. Yaralar iyileşti. Sonra ben gene o eşyayı taşımaya devam ettim. Yok demek ki, başka kimse, Celal abim köyde.. arılar marılar onlara bakıyor. Gürbüz belki de Kırşehir de, Kemal abimin yanında o zaman. Şimdi buna benzer en az yaz boyu gittim geldim. Sonbahara kadar evi taşıdım.Söyleşi 1 Kasım 2010, Kayaş, Ankara
Kayaş fotoğrafları; Feryal Özkale Sönmez

25 Nisan 2010 Pazar

Kars Platosu, Coruh Kanyonları, antrapoloji yerel tarih ve çocukluk anıları; ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Celal Şenocak ile söyleşi; On dokuzuncu yazı

Bir toplumun yerel tarihi nasıl yazılır? Resmi tarih dışında, düzmece olmayan bir tarih! Çocukluk anıları hem yerel toplumsal tarih, hem o bireyin kişilik tarihi hem de içinde bulunduğu aile tarihini içerir. Tümüne bakınca tıpkı bir sarkacın salınımı gibi anlatı varyantlarıyla temel öykü sahne alır.

Öteki açıdan anlatılar kimyasal bir ayrışma gibidir de. Konular öbekler halinde, özel çalışma gruplarınca irdelenebilir odak noktalarda toplanırlar. Bu tür anlatılar ilerledikçe sarkaç salınımı ve kimyasal ayrışma örtüşürler. Konu bölümleri kendi yolunda ağır ağır ilerler.

Antrapoloji/budunbilim verisi vardır burda. Çalışmalar kadrolu personel ile yapılmalı. Anlatıları ekrana getirme ve yayımlama süreci ayrı bir çalışma ritmi ister. Batılı ülkelerde kurumsal aile fonları-vakıflar destek verir, profesyonel kadro bu işi kotarır.

Ülkemizde aile vakıfları varsa da yerel tarih konusuna ilgi duymazlar, pek çok önemli konu hasıraltı olur. Bu iş, doğa-tarih kaynaklarını kullanan turizm sektörüne düşer.

Bu kaynaklara turistik grup gezileri düzenleyen sektör, yerel tarih konusunda ya düzmece anlatılı bir öykü peşinde koşar ya hiç ilgilenmez. Oysa bu tür yazılı çalışmalara onlar fon ayırmalı. Sonuç olarak birebir yerel tarih konuları, bu satırların yazarı gibi insanların kişisel çabalarına kalır.

Değerli İzleyici,

‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Keramettin Şenocak ile söyleşi yerel tarih konularına ilgi duyanlar için yüz yılı kapsayan bir süre açılımı yaptı bir önceki bölümde. İkinci elden bölgesel bir tarih, yerel bireysel tarih materyali olabilir anlatılar ortaya çıktı. Bu kez yine ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Celal Şenocak ile anılar sunuyoruz. Neden anı?

Doğa, çevre, insan; yerine göre toplumsal ve yerel tarih gravürleri gibi görsel çağrışımlarla gelen öykü kişileriyle sahne alır ve yerel tarih mirası olarak geride kalırlar. Sayın Şenocak ile söyleşiyi birlikte izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 25 Nisan 2010SORU; Celal Ağbi, çocukluk anılarıyla başlayabiliriz miyiz?
YANIT; Sarıkamış’ta bir hatıramı anlatayım. Çok önemli bir hadise. Bizim Sarıkamış’taki evleri bilir misin? Çay geçiyor arkasından, dört yanı büyük çayır. Çayırı geçtim. Dört yaşımdayım. Yavaş yavaş gittim çayın kenarına. Orda balık tutuyorlar. Bir su akıyor ki! İlkbahar buz gibi bir su her taraf kar. İki ray uzatmışlar, tren rayı çayın üzerinden karşıya geçiyorlar. Gittim, elimi uzatacağım ki ötekinden tutayım geçeyim karşıya.. dört yaşımdayım. O tarafta balık tutuyorlar. Elimi uzattığım gibi bilmiyorum ötekini. Evet! hiç unutamam! Demek yaşayacak ömrümüz var! Tekinciğim adamın biri gelip coşkun selin içinde beni tutmuş. Tutmuş!

SORU; Suya nasıl düştünüz, bellekte biraz ayrıntı var mı?

YANIT; Tabii şimdi düştüm ya, elimi uzatıyorum ki raydan tutayım, halbuki akmış gitmişim. Beni tutan adam da aktı gitti. Su ikimizi götürüyor akıyor. Gürlüyor! Suya düştükten sonra buz gibi su ölmüş gibi adam beni sudan çıkarıp tepe üstü dikmiş, ağzımdan sular akmış sonra getirmişler eve. Bunu hayat boyu hiç unutmam.

SORU; Çocukluk, gençlik, hodaklık, horovel, kurt ağzı bağlamak!? Hodaklığı, Bardız’da mı Sarıkamış’ta mı oldu?
YANIT; Kurt ağzı bağlıyorlardı ya işte öyle bir inanış vardı o zamanlar. Elbette, elbette horavel filan değil de, hodaklık yaptık biz de. Bardız’da hizmetkarlar vardı dedim ya.. onlarla, biz işte hodaklık yapardık, onlar da hizmetkar, çalışırlardı. O sene hizmetkarımız yok, tutmamışız, babam dedi ki 'oğlum git öküzleri koş.' o zaman yaşım 18 var. Tabii, gittim, öküzleri koştum. Dedi ki; ‘git ormana, bir araba odun yükle al getir.’ Dedim ki; ‘baba, komşulardan giden kimse yok yalnız nasıl olur?’ Dedi ki; ‘Oğlum şu köyü çıktın mı on tane araba vardır önünde birisine takılır gidersin.’ Köyü çıktım, bir tane bile araba yok. Orman epeyce uzak, belki iki saat sonra ormana vardım.

SORU; Bardız Yaylası sonrası, oradaki ormana doğru mu?
YANIT; Bardız çayından sonra aşağı doğru orman var. Araba yok, hiçbir şey yok. Bir dere var tekrar o yanda, bir orman var kimse yok. Gittim ormana tek başıma kağnıyla uğraşıyorum, odun yüklüyorum arabaya. Bir yağmur başladı, inceden bir yağmur yağdı yağdı, saatlerce yağdı. Kağnıyı yükledim öküzleri koştum, aşağı yola doğru (yol orman yolu böyle normal yol değil) geldim. Baktım ki aşağıda sel gidiyor. Meğer çaya müthiş su gelmiş. Su her taraftan çaya geliyor. Çay coşmuş kamyonu, arabayı, atı ne varsa alır gider. Çaya indim, şöyle ortada büyük bir ada var, su ordan, burdan adaya geçiyor, adadan öbür tarafa geçiyor, bir daha bu tarafa geçiyor. Çay parçalara bölünmüş durumda.

SORU; Bir dakika Celal Ağbi oralarda yamaç yolu yok mu?
YANIT; Kabanlar var dağa çıkıyor, dağdan gidersen oraları geçiyorsun. Fakat oralar tehlikeli, arabalar devrilir, oralara kimse gitmiyor. Çaylardan geçiyor arabacılar. Hep öyle yaparlar. Baktım ki çay öyle bir çay ki bir kenarından girdim arabanın üstüne çıktı su... Arabanın üstüne çıktı, öküzler suda sürüklenecek gidersem. Çayın yarısına gelmeden hemen eyledim öküzleri. Adanın bu yarısında çay az akıyor ama daha çoğu o taraftan akıyor, tehlikeli ikisi hemen ortada birleşiyorlar. Hemen döndüm, geldim, çıktım dışarı.

SORU; Bravo! Tek başına çaydan çıkabildiniz mi?
YANIT; Tabii onu yapabildim! Döndüm karar verdim artık, kabanlardan gideceğim. Daha kabanın ilki baktım orda kötü bir yer var, orda araba sarsılsa da düşsek ne öküz kalır ne adam ne hiçbir şey. Yüksek, uçurum, altı da çay. Baktım bir çoban orda davar yayıyor. Seslendim çoban geldi. 'Şu arabayı bir tut devrilmesin,' dedim. O arabayı arkadan tuttu, ben öküzleri çektim. Tekinciğim, devrilirse dedim ya.. 30-40 metre aşağıda çay, su akıyor. Öyle de geliyor ki, sanki nehir, koca nehir. Çok coşkun akar orası. Bildiğin gibi değil. Neyse çoban arkadan tuttu, geçtim orayı, gittim. Kağnıyı da hafif yüklemişim bereket ki. Yaa işte böyle yalnız tek başıma neyse geçtim o tarafa, yavaşça öküzlerin boynunu büktüm öyle bu tarafa gittim, o tarafı geçtim, bir daha orayı geçtim.. Hanas köyü var, onun altına gittim, ordan yolu epeyce düzledim. O gün akşama geldim eve ama bana sor! Hiç unutamam. 'Baba böyle böyle oldu,' dedim. 'Oğlum böyle olacağını ne bileceksin! Her gün, her zaman onlarca araba ormana gidiyor adam evine kışlık odun getiriyor.' Tekinciğim işte böyle oldu. Çok tehlikeli bir zamandı, acayip selin içinden döndüm geldim.
(Kayseri, 23 temmuz 2008)

*En alttaki fotoğrafta Celal Bey, eşi ve Oğlu, Kayseri, 2008
*Ortada siyah beyaz aile fotoğrafı, sol başta fotörlü Celal Şenocak, Sarıkamış
*Doğa fotoğrafları, antropolojik malzeme fotoğrafları Tekin SonMez'in objektifinden.

21 Mart 2010 Pazar

Osmanlının çöküş yıllarında yüzü Batı'ya dönük nüfus hareketleri ve ‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Keramettin Şenocak ile söyleşi; On sekizinci yazı

Sınırda olmak! Kars Platosu'nu sık sık saran ve uzun yıllar boyu süren belirsizlik rüzgarlarının şiddetle estiği sosyal, siyasal, ekonomik güç bağlamında Batı'nın Doğu'su Hıristiyan Çarlık Rusya'sı ile evet, Orta Doğu'nun Batı uzantısı İslam Arap Şeriatçısı Osmanlının kamplaşması ile Kafkasya'daki boşluğun hangi güçler tarafından doldurulacağının kestirilemediği yıllar.. Doğu, Batı arasında işte bu yüz yıllık kaos var.

Değerli İzleyici,
‘Soyaile’ Onur Büyüğü Sayın Keramettin Şenocak ile söyleşi yüz yılı kapsayan bir süre açılımı yapmakla birlikte, ilk çekirdek kuşağın ötesinde ayrı bir logo gibi anılan daha bir açılım ufku verir. Sayın Şenocak ile doğaçtan söze yankıyan içten söyleşiyi birlikte izliyoruz.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 21 Mart 2010SORU; Keramettin Ağbi! Baba, dede anlatıları ile başlayabilir miyiz?
YANIT; Tekinciğim, 1877-78 Osmanlı Rus savaşından sonra Kars Ardahan ve Batum şehirleri Rusya’ya veriliyor. Sınır Bardız’ın yarım saat batısında, Hanas’la Bardız arasından geçiyor. Bardız, Göreşken, Zakim.. yani bizimkiler Ruslarda kalıyor. Ruslar öyle bir yönetim sergiliyorlar ki yatırım olarak, asimile etmek için Türk halkına, müslüman halka çok iyi davranıyorlar. Askere almıyorlar, vergi almıyorlar, ormandan çok fevkalade rahatlıkla istifade etmelerini sağlıyorlar. Okullarda Osmanlıcayı aynı zamanda Rusçayı okutuyorlar.

SORU;O sırada aile nasıl yaşadı, kim ne yaptı bilen var mı?
YANIT; Babam medresede okumuş, Osmanlıcayı eski Türkçeyi çok iyi biliyor. Rus okulu açılınca rahmetli ninem babamı okula gönderiyor. Babam, Bardız Rus ilkokulunu bitiriyor. Öğleden önce Osmanlıca, öğleden sonra Rusça. Rus okulunu Bardız’da iki kişi okuyor, birisi babam. Karahamza’da ortaokul var. Sarıkmış yakın, ninem babamı oraya gönderip ortaokulda okutturuyor, ortaokuldan mezun oluyor. Ninem fevkalade ileriyi gören bir Osmanlı kadını.. babam Rusça öğreniyor. Fevkalade Moskova lehçesiyle Rusça okurdu, yazardı.
Babam 1898 doğumlu. Karahamza Rus Ortaokulunu bitirdiği zaman 16-17 yaşlarında.. O sırada Oltu Mutasarrıfı Ziya Bey’le tanışıyorlar. 1914 Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce Ziya Bey babama haber gönderiyor. ‘Fettah Bey sen orada gizli bir cemiyet kur,’ diyor.

SORU; Baba 16-17 yaşlarında ve 1914 Birinci Dünya Savaşı yok. Nasıl yani bu olay tehcirden önceye mi rastlıyor?


YANIT; Tehcir mi? Bu Orta Anadolu’daki tehcirle, buranın onlarla alakası yok! Sarıkamış askeri olayları işte 1914-17 arasında yaşanıyor.. ondan sonra, konuya devam edeyim; Oltu Mutasarrıfı Ziya Bey; ‘Fettah Bey orada gizli bir cemiyet kur,’ diyor. ‘Osmanlı ordusuna yardım için ‘ne gerekiyorsa yap’ diyor. Babam o cemiyeti kuruyor. Rus yönetimi altında...

SORU; Burada biraz duralım! Baba 16-17 yaşlarında, Rus Ortaokulu mezunu.. Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce otuz beş yıl Çarlık Rusya yönetimi ile süren hikaye.. Bolşevik hikayeleri sahnede yok mu?

YANIT; Bolşevikler gelmemişler daha, Çar ordusu var. 17 Ekim'ine kadar Bolşevik yok. Dedem hayatta, ninem hayatta. Babam evli bile değil.. tabii kurduğu teşkilat genişliyor genişliyor, faaliyet gösteriyor. Ne kadar yün varsa, hatta yataklar dökülüyor, eğiriliyor... işte, atkı, eldiven, çorap askerin giysileri.. kalpak, dizleme, yünden dokunup yapılacak ne varsa; gelinleri, kızları, yaşlı kadınları sevkediyorlar, toplanan giysiler çuvallarla gece karanlığında sınır geçiliyor. Norşin Köyü'nün dağında bir Osmanlı Subayı’na teslim ediliyor. Bunlar Osmanlı ordusunun giysisi, yardım için. Bardız nahiyesindeki bu işi babam organize ediyor. O zaman daha evli bile değil.

SORU; Çarlık Rus yönetimi altında gizli cemiyet faaliyetleri falan.. Ruslar’ın haberi olmuyor mu?

YANIT; Evet! Derken Ruslar duyuyorlar. ‘Siz Osmanlı ordusuna yardım ediyorsunuz, siz vatana ihanet ediyorsunuz,’ diye, doksanın üzerinde kişiyi topluyorlar, babam da, dedem de, dedemin kardeşleri de dahil, Kurban ağa dahil (kayınpeder dahil) Rıfat Şeki, Mehmet Hoca bunlar hep köyün ileri gelenleri. Önce Sarıkamış’ta kolordu çeşmesinin arkasındaki dereye sürüyorlar.

SORU; Sınırlara göre Sarıkamış da Çarlık Rusya sınırları içinde mi?
YANIT; Evet Sarıkamış da onların. Orada bunları kıracaklarmış ‘vatana ihanetten’ dolayı. Bir Kazak subayı geliyor, (kayınpeder bunu hatıratında söylüyor ) bu baştaki komutana ne söylüyorsa bu defa geri çeviriyorlar Kars’a götürüyorlar. Kars’tan bir kısmını Harkof’a, Kazan şehrine sürüyorlar. Nargin Adası'na kapatılanlar arazilerde çalıştırılıyor, birkaç manat yevmiye veriliyor. Babam, dedem, Kurban ağa, babamın amcaları orada. Bir kısmı da ölüyor yollarda, giderken. Kars’ta hastalık çıkıyor, babamın amcalarından ikisi ölüyor. Babam 17 yaşında esir ve vatana ihanetten suçlu, orada başka esirler de var. Sonra babam, dedemle beraber Nargin Adası’ndan on bir kişi kaçıyorlar...

SORU; Nargin Adası’ndan on bir kişi kaçıyorlar, 1914 Birinci Dünya Savaşı başlamadan önce, doksan kişi götürülüyorlar. Buraya dek tamam! Bu arada, tehcir, 1915 yaşanıyor. Sarıkamış’ta kar ve soğuktan donan askerler acısı var. Baba ve dede bu süre içinde Nargin Adası’nda esir. Doğu’da yok mu böyle bir tehcir?

YANIT; 17 Ekim’ine kadar Bolşevik yok! Tehcir! Bu, Orta Anadolu’daki tehcir, onlarla alakası yok. Erzurum’da da var bu olay, tehcir olayı Erzurum’da da var. 1915’te Erzurum’daki Rumları, özellikle Ermenileri, hıyanetlik ettiklerinden dolayı o zamanki yönetim alıyor, ilerilere sürüyor, aileleriyle alıyor ilerilere sürüyor.

SORU; Oltu Mutasarrıfı Ziya Bey..’ dediniz. Oltu o zaman Ruslar’ın mı elinde?
YANIT; Oltu da 40 sene Ruslar’ın elinde kalmış. 1917 Ekim’indeki ihtilal, Rus ordularının silahı bırakıp geri çekilmesini sağlıyor ve Doğu Anadolu’nun tümü Ruslar’ın elindeyken Ruslar çekilip gidiyor yörede.. şeyler kalıyor.. Ermeniler kalıyor.

SORU; Yıl 1917! Baba ve dede döndüler mi.. Onlar nerede? Nargin Adası’nda mı?
YANIT; Onlar esaretteler.. bir dakika, dönmüş oluyorlar, çünkü erken kaçtılar, öteki esirler daha sonra döndü. Onlar kaçıyorlar on bir kişi. Rusya’da ihtilal olunca 1917’de bütün esirleri bırakıyorlar, ama bizimkiler ihtilalden önce kaçıyorlar.

SORU; Hikayedeki Oltu Mutassarıfı Ziya Bey, 1917’den sonrası nerede?
YANIT; Ziya Bey bakıyor ki ‘Ermeniler bizi kıracak biz davranalım,’ diyor. Bir gece Ruslar’ın bıraktığı depolar basılıyor resmen nöbetçiler öldürülüp silahlar alınıyor, halkın elinde silah yok, Ruslar’ın bıraktığı cephanelikler halka dağıtılıyor.

SORU; Bir de 1914’ten önce 17 yaşında esir giden baba ve dede var.. onlar ne zaman geriye dönecek, dönecekler mi?
YANIT; Babam... Nargin Adası’nda.. herkesi çalıştırıyorlar, yani çapa çapalatıyorlar, ot yolduruyorlar.. babam genç, yakışıklı mükemmel Rusça biliyor. ‘Görevim şuydu,’ diyor. Bana anlattı! Ben diyor, Kafkas Orduları Başkumandanlığı yemekhanesindeyim.. gümüş tepsi içinde yemekleri alırdım. Bana güzel beyaz bir önlük, güzel elbise giydirdiler, Kafkas Orduları Başkumandanına, yemek saatinden bir yarım saat-onbeş dakika önce alır götürürdüm, bir kaşık alırdı, biraz tadına bakardı okey,’ derdi, ondan sonra erata, orduya yemek dağılırdı,’ diyor.

SORU; Anlamadım! Ordunun yemeğinin tadına kim bakıyor?
YANIT; Kafkas Orduları Başkumandanı bakıyor o yemeğe bizzat, diyor babam, o bakardı diyor. Gide gele diyor, o Başkomutanın bir kızı var, diyor Moskova Üniversitesinde okuyor, güzel bir kız. Bu kız bana aşık oldu, vuruldu,’ diyor. ‘O Rus, ben de Rusça bildiğim için mükemmel konuşuyoruz,’ diyor. İlşkimiz ilerledi, bir gün bana dedi ki; ‘beni al burdan götür. Ben seni alıp götüremem ben esirim,' dedim. Babama çok yaklaşıyor kız ama babam hiç oralı olmuyor çünkü bir Rus kızını getirmesi.. rahmetli ninem, onları anlatmadım.. ninem çok Osmanlı bir kadındı öyle şeyleri... muhafazakar... hiç kabul edecek türden değildi yani, babamı böyle evlatlıktan reddederdi. Bütün Anadolu toprağı da Ruslar’ın elinde. 'İş ilerleyince Kurban ağa'ya söyledim,' diyor. İçimizde en akıllısı Kurban ağa; ‘Fettah, biz o kızdan istifade edelim,’ dedi. ‘Nasıl, dedim? ‘Sen o kızın vasıtasıyla bir kağıt alabilirsen biz kaçalım,’ dedi. Kurban ağa bunu planladı.

SORU; Başkomutanın kızı da birlikte gidecek mi bakalım?
YANIT; Kızı da götürecekler beraber güya.. güya.. kaçacaklar.. Batum’a gidecekler, Batum’dan Trabzon’a geçecekler oradan memlekete.. böyle planlıyorlar ama Batum, Trabzon... Doğu Anadolu hep Ruslar’ın elinde. Şimdi olur muydu olmaz mıydı.. Kurban ağa; ‘Sen yeter ki bu kağıdı al diyor. Babam kıza; ‘biz kaçacağız ama elimizde bir kağıt olmalı ki kaçalım, yoksa bizi yakalarlar.’diyor. Kız, diyor ki ‘Ben babamın mührünü basarım, kağıdı yazarım! ’Üniversite öğrencisi! ‘O mühürü gören hiç kimse bize engel olamaz,’ diyor. Babam da; ‘Tamam! Sen o kağıdı yaz bana ver, ondan sonra kaçmayı düşünelim,’ diyor. Babam kağıdı alıyor Rus kızından, mühürlü kağıdı, "bunlar serbest bırakılmıştır istedikleri yere gidebilirler!”..

SORU; Kızın adı nedir, kaçanların isimleri yok mu bu kağıtta?
YANIT; İşte nasıl yazıyorsalar onu anlatmadı. Babam dedi ki; 'O kağıdı kızın elinden aldım. Kurban ağa, ben, Şerif dede.. üçümüz kaçacağız, komşumuz Tahir, Tıngır Osman var..' bilmem kim var.. ağlamışlar, yalvarmışlar 'bizi de götürün,' diye.. on bir kişi olmuş...
Bünyan, Kayseri 24 Temmuz 2008

11 Ocak 2010 Pazartesi

Sarıkamış'tan Batı'ya göç, dün; bir aile ve nüfus hareketleri ile bugün; On yedinci yazı

Kars Platosu'ndan Batı'ya nüfus hareketleri.. bir ailenin üçüncü ve dördüncü kuşak bireyleriyle yaşadıkları törensel, özgün bir buluşmada bir arada olacağız.

Doğu Ekspresi ile Kars'tan geri dönüyor ve Ankara’ya varıyoruz.

Günübirlik yaşayışla birlikte, törensel anlar ve günler de var insan yaşamında. Bu satırların yazarına göre, ‘nüfus hareketleri ile yer değiştiren insan için onunla koşan ve onu algılayan zihinsel bir bellek’ işlevini üstlenir, yazma eylemi. Yazma eylemi dirimsel bir törendir benim için evet. İkili bir tören.. İlkin, yazmanın kendisi törendir.Değerli İzleyici,

Evet, tüm sanatlarda olduğu gibi yazma eylemi yazar için bir törendir. Yazmayan kişilerce anlaşılması zor bir törendir bu. İkincisi şöyle ki yazınsal metnin kitlesel bellek dağarına yapacağı göndermeler de bu anlamda törensel olur. Böyle bir törensel gün içinde Ankara’da olduk.

Edebiyatçı olarak birebir insan insana ilişkilerde çekirdek ailem ve evliliklerim de dahil; odak noktası zarafet, nezaket, kısacası saygılı yaklaşım tüm yaşam boyu beni ilgilendirmiş, cazibesiyle her zaman beni çekmiştir.
Bir aile kalıtı olarak bu incelikli saygı ögeleri ve modern zarafet, Sarıkamış 1936 blog fotoğrafı ile bir yaşam gustosu olarak açık seçik gün yüzüne çıkıyor.

Yüzü ileriye dönük bu yaşam gustosunu geleneksel bağlarıyla üçüncü, dördüncü kuşakta ve bu törensel ortamda gördüm.

‘Soyaile’ logosu altında ayda bir kez bir araya gelinen ve söyleşilerle yüklü uzun bir kahvaltı ile öğlen saatlerini bulan bu tür bir törensel gündü. Heyecanla bir araya geldik o gün Ankara'da.

Bundan önce, yıllar sonraki ilk buluşma var. ‘Soyaile’ yönetim kurulu başkanı, Raci Bey apansız telefonla aramış ve İstanbul Pera’daki evimizde zarif eşi ile birlikte bizi ziyaret etmişlerdi.

‘Soyaile’ konusu bir romancı olarak benim gündemime böyle geldi.
Bugün de yarın da böyledir; yazınsal metinleri uğraşı alanı seçmeyenlerin ayırdına varamayacakları bir nokta var. Ben ‘Soyaile’ konusuna, herşeyden önce bir edebiyat adamı olarak baktım. Burada ikili bir durum var. Çift santraforlu bir takım düşünelim. İşte böyle.

Bu projede ‘Soyaile’ beni de bir ucundan içine alıyordu ve bu da ilk neden kadar önemliydi benim için. İki neden de eşit oranlıydı.

İlk kez Raci Bey ve eşi Vildan Hanım’ın Pera’daki evimize yaptıkları nezaket ziyareti sırasında, böyle mükemmel ve düzgün bir omurga üzerinde yükselen Soyaile projesi konusunda açıklık ve içten bir algı imgesi oluştu benim açımdan. Bu tür izlenimler edindim.

Onları yakından tanıdıkça iyice heyecanlandık ve derken yolumuz Ankara’dan geçti. 2009’un sonunda bu törenlerden birisine konuk edildik.

Oradan güzel ve doyurucu anılarla ayrıldığımız günde bile ‘Sarıkamış 1936’ konusunu bir blog olarak kafamda canlandırmamıştım. Konuyu zamana bıraktım.

Fakat söz konusu fotoğraf, ilkin her an gerçekleşemeyen yaşamsal bir gerçeği de törensel düzlemde belgeleyen bir fotoğraf olduğu için beni kendisine çekiyordu. Dahası, beride değindiğim ‘nüfus hareketleri ile yer değiştiren insan için onunla koşan ve onu algılayan zihinsel bir bellek’ olan beni, evet bu satırların yazarını derinden ilgilendiriyordu.

'Sarıkamış 1936'da yüzü batıya, ileriye dönük modern geleneği nüfus hareketleri ile de unutmayıp, yaşatan bir ailenin törensel anılarıyla döndük. Belge fotoğraf aşağıda; Duran 1936 dün, akmakta olan 2010, bugün.

İlgi duyanlara blog adresi http://sarikamistekinsonmez.blogspot.com

Raci Bey'le söyleşi yayımlanacak. Bazı görsellikleri eşim Feryal Hanım'ın değerli katkılarıyla burada sunuyorum.
Sevgi, içtenlik...

Tekin SonMez
Stockholm, 11 Ocak 2010